5 Şubat 2016 Cuma

ÜÇÜNCÜ GÖZÜM

Altıncı hissim kuvvetli, o yüzden ruhum yorgun. Herkesi anlamaktan, anlayamamaktan, şüphe ile yaklaşmaktan ve her defasında şüphelerimin aslında gerçek olmasından yoruldum.

Oldu olacak dedim taktırayım şu epifiz düğmesini kafamın arkasına. Kendimi zorlamayayım daha fazla. Şüpheye, tahmine, hayale gerek yok. Neyse o. Tüm açıklığı ile herşeyi göreyim. Ne olacak yani. En azında kafam, kalbim yorulmaz artık.

Öyle kolay bir ameliyat değil. Daha çok yeni, bazı riskleri de var. O yüzden fazla tercih edilmiyor. Kafa tasının arkasına takılıyor, arka tarafta tam göz hizasında, ince bir kanal ile üçüncü göz dediğimiz epifiz bezine direkt güneş enerjisini yoğun bir şekilde aktarıp, bu organın yüzde yüz fonksiyonel olmasını sağlıyor. Minicik bir düğüme, küçük pilli oyuncaklardaki aç kapa düğmesi kadar. Açıkken minik sarı bir ışık yanıyor ama saçların arasında kaldığı için görünmüyor da. Estetik ameliyatlarından biraz daha pahalı ama güzel olmak mı önemli, karşındaki “güzeli” “çirkini” görmek mi.

Aldım riski, hem bilime fayda, kıydım paraya taktırdım işte. Bugün ilk kez sokağa çıkıyorum. Evde aynanın kaşısına geçtim ve düğmeyi açtım. Gülümsedim-gülümsedi, dişlerime baktım-beyazdı, gözlerime baktım-parlaktı, burnuma baktım-temizdi, kafamın arkasına baktım, minik sarı ışık yanıyordu, gülümsedim-gülümsedi.

Sokak kapısını açarken biraz tedirgindim, neler olacaktı, oluyor olandan daha fazla neler?

Bir kadın gördüm ağlamaklı, otopark duvarının sokak tarafına bir ilan yapıştırıyordu. Sarı bir kedi, adı aslan kaybolmuştu. Sokağa doğru adımımı atarken kadın yaklaştı ve “pardon dedi, kedim kayboldu, bu sokakta oturuyorum ve evden kaçtı, sarı bir kedi, buralarda görürseniz, lütfen haber verin, olur mu?”

“Sokağın en başındaki Saray apartmanı var ya, onun arka bahçe tarafından apartmanın kazan dairesine inen merdivenlerin orada, sıcak diye oraya sığınmış.”

“Nerden biliyorsunuz ki, resme bakmadınız bile.”

Ne diyeceğimi bilemedim. Kadının kafasındaki resmi görmüştüm oysa, ve o resmin karşılığında korku ile sahibini bekleyen minik kedinin merdiven köşesindeki ürkek bakışlarını.

“Şey sarı dediniz ya orada sarı bir kedi görmüştüm dün, belki odur diye”

“Peki teşekkürler,yine de bir bakayım.” Dedi bana tuhaf tuhaf bakarak. Pek tekin bulmamıştı beni anlaşılan.

Bu durum bana küçük  bir ders olmuştu aslında. Yani öyle her bildiğim, gördüğüm, hissettiğim şeyi pat diye ortaya atarsam pek de normal karşılanmayacaktım. Çünkü normal olan bilmemek, hissetmemek, görmemek, bakmamaktı.

Sokağın bitiminden caddeye doğru yürüken bir çift geliyordu elele. İkisinin de yüzünde elele tutuşuyor olmanın verdiği mutlu ve gevrek bir gülümseme vardı. Ne güzel. Ancak adamın gülümsediği kadın yanındaki kadın değildi. Sımsıcak tuttuğu el kadının eli değildi. Kalbindeki kalp yanındaki kalp değildi. Bambaşka bir resim vardı kafasında. Karşılarına geçip tüm gerçeği söylemek istedim. Ama kimi kurtaracaktım. Şu an aldatılan kadını mı, diğer tarafta elleri boşlukta kalan kadını mı, sevgisine, sahiciliğine, kendisine ve hekese ihanet eden adamı mı? Kimseyi kurtaramazdım, büyük bir üzüntü ile yoluma devam ettim.

Boğazım düğümlendi, bakkala girip bir küçük su alayım dedim. Mahallenin yaşlı bakkal amcası düşünceliydi.

“Hayrola Bedri Amca dedim” hayır olmadığını bile bile.

“ Artık işler iyi gitmiyor. Bina da birkaç aya yıkılacak. Yine de hayır diyelim hayır olsun kızım!” dedi.

“Ah Bedri amca işi gücü boşver de biran önce bir doktora gidip kan tahlillerine baktır lütfen” 
diyemedim.

“Hayır olur hayır Bedri amca, sen tatlı canını üzme herşeyin başı sağlık!” dedim ve çıktım.

Artık canım su bile içmek istemiyordu.

Yürümeye devam ettim cadde üstünde köşede bir simitçi, karşıdaki telefon mağzasına bakıyor. Karar vermiş bugün oğluna akıllı dedikleri telefondan alacak. Karne hediyesi. Taksitle hem. Onunkinin taksidi bitince de kendisininkini yenileyecek. Karşı köşedeki apartmanın çatısında bir karga. Yolda geçip gidene bakıyor, keskin gözleri ile nevaleleri araştıryor.

İki simit aldım simitçiden. İki simit satmaktan mutlu insanlar var dedim, biraz gevşeyip rahatladım. Simidin birini parçalayıp karganın göreceği bir yere, yol kenarına bıraktım. Birini de ön dişlerimle minik minik çıtırdatarak yoluma devam ettim.

Dakikalar sonra arkamda bıraktığım simitleri iki sokak köpeği gelip afiyetle çiğnemeden yuttular. Karga tenezzül bile etmedi.

Biraz ilerideki bankta yaşlı bir kadın oturuyordu. Biricik torunu doğuya askere gitmiş. Hergün bu kalp çarpıntısıyla ömrüm onun dönüşünü görmeye yetecek mi diye düşünüyor kara kara. Korkacak birşey yok sen kalbini ferah tut diyesim geldi.

Oturdum yanına. Merhaba dedim.

“Merhaba?”

“Siz daha torununuzun çocuklarını bile göreceksiniz ”

“Sen benle alay mı ediyorsun kızım?”

“Yok ben şey, ben çok ciddiyim!”

Kadın biraz şaşkın, biraz ürkek, biraz gergin,

“Peki siz kimsiniz ki nereden biliyorsunuz ?”

“Epifizden dolayı" dedim, kafamın arkasını göstermeye çalışarak. Kadının bana deliymişim gibi baktığı sırada aceleyle “hoşçakalın” diyerek ayrıldım oradan. Hızlı adımlarla uzaklaşıp, etrafıma bile bakmadan eve döndüm.

Galiba eskisinden de yorgunum artık. Düğmeyi kapatıyorum. Çok gerginim, belki de yüzümü gerdirsem daha iyidi.




2 yorum :

  1. Keep " Ucuncu Gozum " free of limescale . So you can take advantage from its force.

    YanıtlaSil