Altıncı hissim kuvvetli, o yüzden ruhum yorgun. Herkesi anlamaktan,
anlayamamaktan, şüphe ile yaklaşmaktan ve her defasında şüphelerimin aslında
gerçek olmasından yoruldum.
Oldu olacak dedim taktırayım şu epifiz düğmesini kafamın
arkasına. Kendimi zorlamayayım daha fazla. Şüpheye, tahmine, hayale gerek yok.
Neyse o. Tüm açıklığı ile herşeyi göreyim. Ne olacak yani. En azında kafam,
kalbim yorulmaz artık.
Öyle kolay bir ameliyat değil. Daha çok yeni, bazı riskleri
de var. O yüzden fazla tercih edilmiyor. Kafa tasının arkasına takılıyor, arka
tarafta tam göz hizasında, ince bir kanal ile üçüncü göz dediğimiz epifiz
bezine direkt güneş enerjisini yoğun bir şekilde aktarıp, bu organın yüzde yüz
fonksiyonel olmasını sağlıyor. Minicik bir düğüme, küçük pilli oyuncaklardaki
aç kapa düğmesi kadar. Açıkken minik sarı bir ışık yanıyor ama saçların
arasında kaldığı için görünmüyor da. Estetik ameliyatlarından biraz daha pahalı
ama güzel olmak mı önemli, karşındaki “güzeli” “çirkini” görmek mi.
Aldım riski, hem bilime fayda, kıydım paraya taktırdım işte.
Bugün ilk kez sokağa çıkıyorum. Evde aynanın kaşısına geçtim ve düğmeyi açtım. Gülümsedim-gülümsedi,
dişlerime baktım-beyazdı, gözlerime baktım-parlaktı, burnuma baktım-temizdi, kafamın
arkasına baktım, minik sarı ışık yanıyordu, gülümsedim-gülümsedi.
Sokak kapısını açarken biraz tedirgindim, neler olacaktı,
oluyor olandan daha fazla neler?
Bir kadın gördüm ağlamaklı, otopark duvarının sokak tarafına
bir ilan yapıştırıyordu. Sarı bir kedi, adı aslan kaybolmuştu. Sokağa doğru
adımımı atarken kadın yaklaştı ve “pardon dedi, kedim kayboldu, bu sokakta
oturuyorum ve evden kaçtı, sarı bir kedi, buralarda görürseniz, lütfen haber
verin, olur mu?”
“Sokağın en başındaki Saray apartmanı var ya, onun arka bahçe
tarafından apartmanın kazan dairesine inen merdivenlerin orada, sıcak diye
oraya sığınmış.”
“Nerden biliyorsunuz ki, resme bakmadınız bile.”
Ne diyeceğimi bilemedim. Kadının kafasındaki resmi görmüştüm
oysa, ve o resmin karşılığında korku ile sahibini bekleyen minik kedinin
merdiven köşesindeki ürkek bakışlarını.
“Şey sarı dediniz ya orada sarı bir kedi görmüştüm dün,
belki odur diye”
“Peki teşekkürler,yine de bir bakayım.” Dedi bana tuhaf
tuhaf bakarak. Pek tekin bulmamıştı beni anlaşılan.
Bu durum bana küçük
bir ders olmuştu aslında. Yani öyle her bildiğim, gördüğüm, hissettiğim
şeyi pat diye ortaya atarsam pek de normal karşılanmayacaktım. Çünkü normal
olan bilmemek, hissetmemek, görmemek, bakmamaktı.
Sokağın bitiminden caddeye doğru yürüken bir çift geliyordu
elele. İkisinin de yüzünde elele tutuşuyor olmanın verdiği mutlu ve gevrek bir
gülümseme vardı. Ne güzel. Ancak adamın gülümsediği kadın yanındaki kadın
değildi. Sımsıcak tuttuğu el kadının eli değildi. Kalbindeki kalp yanındaki kalp
değildi. Bambaşka bir resim vardı kafasında. Karşılarına geçip tüm gerçeği
söylemek istedim. Ama kimi kurtaracaktım. Şu an aldatılan kadını mı, diğer
tarafta elleri boşlukta kalan kadını mı, sevgisine, sahiciliğine, kendisine ve
hekese ihanet eden adamı mı? Kimseyi kurtaramazdım, büyük bir üzüntü ile yoluma
devam ettim.
Boğazım düğümlendi, bakkala girip bir küçük su alayım dedim.
Mahallenin yaşlı bakkal amcası düşünceliydi.
“Hayrola Bedri Amca dedim” hayır olmadığını bile bile.
“ Artık işler iyi gitmiyor. Bina da birkaç aya yıkılacak.
Yine de hayır diyelim hayır olsun kızım!” dedi.
“Ah Bedri amca işi gücü boşver de biran önce bir doktora
gidip kan tahlillerine baktır lütfen”
diyemedim.
“Hayır olur hayır Bedri amca, sen tatlı canını üzme herşeyin
başı sağlık!” dedim ve çıktım.
Artık canım su bile içmek istemiyordu.
Yürümeye devam ettim cadde üstünde köşede bir simitçi, karşıdaki
telefon mağzasına bakıyor. Karar vermiş bugün oğluna akıllı dedikleri
telefondan alacak. Karne hediyesi. Taksitle hem. Onunkinin taksidi bitince de
kendisininkini yenileyecek. Karşı köşedeki apartmanın çatısında bir karga.
Yolda geçip gidene bakıyor, keskin gözleri ile nevaleleri araştıryor.
İki simit aldım simitçiden. İki simit satmaktan mutlu
insanlar var dedim, biraz gevşeyip rahatladım. Simidin birini parçalayıp
karganın göreceği bir yere, yol kenarına bıraktım. Birini de ön dişlerimle
minik minik çıtırdatarak yoluma devam ettim.
Dakikalar sonra arkamda bıraktığım simitleri iki sokak köpeği
gelip afiyetle çiğnemeden yuttular. Karga tenezzül bile etmedi.
Biraz ilerideki bankta yaşlı bir kadın oturuyordu. Biricik torunu
doğuya askere gitmiş. Hergün bu kalp çarpıntısıyla ömrüm onun dönüşünü görmeye yetecek
mi diye düşünüyor kara kara. Korkacak birşey yok sen kalbini ferah tut diyesim
geldi.
Oturdum yanına. Merhaba dedim.
“Merhaba?”
“Siz daha torununuzun çocuklarını bile göreceksiniz ”
“Sen benle alay mı ediyorsun kızım?”
“Yok ben şey, ben çok ciddiyim!”
Kadın biraz şaşkın, biraz ürkek, biraz gergin,
“Peki siz kimsiniz ki nereden biliyorsunuz ?”
“Epifizden dolayı" dedim, kafamın arkasını göstermeye
çalışarak. Kadının bana deliymişim gibi baktığı sırada aceleyle “hoşçakalın” diyerek ayrıldım oradan. Hızlı adımlarla
uzaklaşıp, etrafıma bile bakmadan eve döndüm.
Galiba eskisinden de yorgunum artık. Düğmeyi kapatıyorum. Çok
gerginim, belki de yüzümü gerdirsem daha iyidi.
Keep " Ucuncu Gozum " free of limescale . So you can take advantage from its force.
YanıtlaSil:) Sometimes it hurts...
Sil