Bir arkadaşımın deyişi ile; hüzünlü biten neşeli bir film
gibiydi, Çorum gezimiz.
Herşey bu geziyi yalnız yapmayı planlayan kardeşim Zero’nun
iki günlük kaçamağına, ağzından birkaç bakla çalarak onun gece yarısı Alibeyköy’den
kalkan KK otobüsüne, Ataşehir’den katılmam ile başladı. Sürprizler risklidir
ama güzeldir de.
Otobüsten inen biri ile onu bekleyen birinin karşılaşmasındaki
hasretli kucaklaşmayı, daha kalkış noktasında gören diğer yolcular buna ne
anlam verdiler soramadım tabi.. ama mutluluk ve neşe bulaşıcıdır... iki insanın
yürekten kucaklaşması ise gerçek bir mutluluktur.
Çorum’a geldiğimizde saat dokuz, hava güneşli, içimizde bir
neşe, keyfimiz müthişti. Otelimize yerleşmeden önce güzel bir kahvaltı etmeli, toplam
300 km lik bir çevre gezisi için de bir araç kiralamalıydık. Önce bir taksi
durağına sorduk
-Günaydın, acaba
yakınlarda kahvaltı edebileceğimiz bir yer var mıdır?
-Öyle fazla yok biraz aşağıda Şehir pastanesi var orası
güzeldir, poğaça falan.
Zero devam etti
-Peki acaba Hattuşili otel nerede?
-Şurdan devam edeceksiniz Sungurlu cami değil ondan sonra
şöyle gideceksiniz, başka bir cami ve sonra başkasına da sorun.
-Peki.
Tam devam edecekken, Zero oto kiralamayı da sorayım mı
diyor, diyorum ki burası taksi durağı, danışma değil gel güzelim, biz bu
soruları Çorum halkına pay edelim, tek kişiye yüklenmeyelim.
Şehir pastanesi güzel ama tam da istediğimiz gibi değil,
böyle bahçesi olsa, güneşi görsek, poğaca değil de söğüş ve yumurta falan olsa.
Zero, hemen önünden geçen ve hızlı adımlarla yürüyen genç kadına
soruyor. Affedersiniz biz kahvaltı...
Kız diyor ki sizin istediğiniz gibi bir yer var ben de o
yöne gidiyorum, birlikte yürüyebiliriz. Yürüken sohbet ediyoruz, evi işe çok
yakınmış, o yüzden hep yürürmüş, Çorum’da görülecek çok yer varmış, keşke daha
çok insan gelseymiş...
-Şuradan devam edeceksiniz, ben de burada çalışıyorum,
uğrarsanız bir çay ikram etmekten çok mutlu olurum diyor, biz de Fatma ile
tanıştığımıza çok mutlu olarak tarif ettiği yere doğru gidiyoruz.
Tam istediğimiz gibi açık bir mekan, güneş sıcaklığı ile
bizi hafifce sarmalarken, sahanda yumurtamız, domatesimiz biberimiz, ve
söylemesi ayıp kendi yaptığım zeytinli keklerimizle bir hayli acıkmış olan
karıncıklarımızı doyuruyoruz. Zero’nun her Çorum’luya bir soru kampanyası devam
ediyor tabi,
-Affedersiniz buralarda oto kiralama ofisi var mı?
-Aşağıda bankalar caddesinde var birkaç tane.
-Teşekkürler
-Ama siz isterseniz biz de buradan arayıp yardımcı
olabiliriz.
Beş dakika kadar sonra biri geliyor kırmızı son model bir
seat ibiza ve elinde gerekli tüm
evraklarla. Ne var ki araç manuel. Uzun zamandır manuel araç kullanmadığım için
pek cesaret edemiyoruz, biz biraz bakalım diyoruz.
Adam otomatik bulmanız çok zor ama ben de sizin için
araştırırım diyor, ayrılıyor. Son ikram çaylarımızı içtikten sonra, biz de mekandan
ayrılıyoruz.
Birkaç oto kiralama dedikleri, yanyana ve karşılklı olmak
üzere en az yirmi vardır herhalde. Kim kiralıyor bu kadar aracı anlayamadık ama
gerçekten bir tane bile otomatik bulamayınca biz ilk göz ağrımız kırmızı uğur
böceğimizi kiralamak üzere tekrar Hüseyin Bey’i aradık.
-Sakın kaybolmaktan korkmayın, araç takibinden nerede
olduğunuz bulur hemen yardımınıza geliriz, allah korusun kaza durumunda da
sakin panik yapmayın, kasko var herşey var size birşey olmasın, sadece dikkatli
olun, burası İstanbul’a benzemez sürücülerimiz çok hatalı sürüş yapabilir, siz
daha dikkatli olun (İstanbul’un sürücüleri çok iyidir ya?!?)
İçimiz rahat sıfır arabamızı alıp düşüyoruz yollara. Birinci
istikamet İskilip, yaklaşık birbuçuk saatlik bir mesafe. İskilip semercisi,
demircisi, eski evleri, kalesi ve dolması ile özünü koruyan eski bir yerleşim yeri.
Gidene kadar çok acıkmasak da şu iskilip dolmasını bir an önce tatmak
istiyoruz. Kale mevkiine doğru giderken yeni sorumuzla karşı karşıya kalacak
şanslı kişiyi seçip arabayla zınk diye önünde duruyoruz.
-Ah diyor, bugün düğün olsaydı, esas ben size ikram ederdim
ama yok, malesef artık lokantada yiyeceksiniz. Düğündekiler gibi olmaz ama
olsun. Şu ileride Ziraat bankası var onun karşısındaki kebaçıda bulabilirsiniz.
Dönüşte de buyurun çay ikram edelim.
Bizim Ziraat bankasını bulmamız biraz zaman alıyor çünkü
aslında orada Ziraat bankası yapılmak üzere olan bir inşaat var. Üzerinde de
hiç birşey yazmıyor tabi, e biz de müneccim olmadığımız için, mecbur bir kaç
kişi daha payına düşen sorulara muhatap oluyor.
Efendim bu iskilip dolması öyle bildiğimiz bir dolma değil.
Kuzu eti ve etin buharında pişmiş pilav. Yanında sirke salatası dedikleri
sirkeli cacık, önden ezogelin çorba, ardından da sütlü un helvası. Çaylar
ikram.
Gücümüzü topladık, şimdi sıra kaleyi içten fethetmekte. Garson
çocuğa bu arada soruyoruz, açıkta çay, kahe içebileceğimiz bir yer var mı
oralarda diye. Çocuk bundan o kadar muzdarip ki, yok diyor, keşke olsa biz de
çok isterdik, her gelen de soruyor ama kimsenin aklına gelmiyor herhalde. Neyse
diyoruz biz yerleşirsek açarız belki, gülüşüp ayrılıyoruz.
Önce yürüyelim diyoruz ama sonra bir bakıyoruz kale epey bir
tepede. O sırada arkamızda bulunan aktar amcayla göz göze geliyoruz. Ve tahmin
ettiğiniz soru
-Kaleye yürüyerek gidilebilirmi acaba?
-Gidilebilir ama aracınız varsa daha iyi olur, oldukça dik.
-Peki o zaman, araçla gidelim.
-Aslında keşke size oradaki evlerin kapısını açıp göstercek
birileri de olsaydı.
-Ne yapalım artık, diyor gülümsüyoruz.
-Buyurun bir çay ikram etseydik.
-Çok teşekkürler.
Kaleye çok dik bir yokuştan çıkıyoruz. Yukarıdan manzara
harika, İskip eski evler, tepeler, ağaçlar. Etrafta çok eski tahta evler.
Gerçekten de içlerini görmek için içimizde uyanan büyük merak. Etrafı
geziyoruz, birbirimizin fotolarını çekiyoruz, biraz manzara karaleri ve pek
zarurui selfilerden sonra kaleden ayrılıp sokak aralarında geziyoruz. Zaman
olsa biraz daha kalınabilir ama yolumuz uzun, Oğuzlar’a doğru devam ediyoruz.
İskilip ve Oğuzlar arası yolculuk bir harika. Yolda birkaç
traktör dışında hiç araç yok. Bir sürü köyün içinden geçiyoruz. Çilek
tarlaları, üzüm bağları, bahar
ağaçları... bu yol hiç bitmese de olur...
Oğuzlar ceviz üretimi ile oldukça meşhur büyük bir yer.
Planda cevizlerin kurutulma yöntemlerini falan da görmek ve hatta biraz da
ceviz almak vardı ama yol üstünde görmeyince kendimizi obruk baraj gölünde
bulduk. Bir yorgunluk kahvesi, huzurlu birkaç soluk aldıktan sonra artık Çorum’a
geri dönüş için yola çıktık.
Artık biraz dinlenmek iyi gelecekti. Neredeyse 40 saatir
bacaklarımızın uyluk ve kavallarının birbirine 90 lık açıları kalıcı hale gelip
bir daha 180 i göremeyecek duruma gelebilirdi.
İkinci gün sabah ve Çorum müzesi. Kesinlikle ve kesinlikle
gezilmesi gereken çok güzel bir müze. Hem yapı olarak hem de içindeki eserler
ve eserlerin tanıtımı olarak. Daha sonra gezeceğimiz Alacahöyük ve Hattuşaş
için de tamalayıcı görseller..
Müze bahçesinde kahveler içildikten sonra istikamet
Alacahöyük ileri diyor, ve yola çıkıyoruz. Bu arada haritada gördüğümüz ‘aşıklar
tepesini’ de ziyaret etmeden geçemiyoruz. Bakalım diyoruz havada aşk kokusu var
mı, ama işte acı gerçek. Bir kaç park sporu yapan yaşlı amca, çocuklarını
gezdiren anneler, ve kaydırakların teesinde bir kaç çocuk dışında öyle mecazi
birşeyle karşılaşmıyoruz.
Alacahöyük müzesi ve ören yerini geziyoruz. Hattuşili kral
abilerimizin mezarlarını ziyaret ediyor dikkatimizi havada gördüğümüz
leyleklerden alamıyor sonra uzun turu tamamlayıp hattuşaş Boğazkale Hitit
imparatorluğunun başkentine doğru yolumuza devam ediyoruz.
Çevresi 1 kmden fazla olan yukarı şehire gelmeden muhtar
bize biraz anlatıyor. İki konunun altını çiziyor. Milattan 1600 yıl öncesindeki
demokrasi anlayışına bugün hala ulaşılamadığını, verilen kararların tek bir
ağızdan değil tüm idari meclisten çıktığını ve kadınlara yönelik suçların en
ağır cezalara çarptırıldığını anlatıyor. Tam da bizdeki gibi diyoruz, yok öyle
değil diyor. Herkesin mizah anlayışı farklı neticede.
Büyük mabette en ilgimizi çeken yeşil taşa dokunup nereden
geldiği belli olmayan bu taştaki enerjinin ve uğurun bize ait olan kısmını yüklendikten
sonra Kral kapısı ve özellikle büyük kalede oldukça fazla zamam geçiriyoruz.
Zero’nun Hattuşili 1 e olan hayranlığı yüzünden kendisinin nerede banyo
yaptığını, nerede dinlendiğini, hangi salon kalıntısında çalışmalarını
yaptığını tek tek incelemeye çalışıyoruz. Kadeş antlaşmasından söz edip kardeş
kardeş bu büyük uygarlıktan ayrılıyoruz.
Kentten çıkınca karşımıza bir tabela çıkıyor. İbilkliçam
göleti ve Japon bahçeleri. Bir tarih bir doğa bir tarih bir doğa diye gidince
bu tabela bizi cezbediyor ve takip ediyoruz. Kendimizi tam da Boğazkale köyünün
meydanında buluyoruz. Ve belki de bu defa soru sormamamız gereken bir yerde, köy kahvesinde durup soruyoruz. Bir kişiye soruyoruz ama birden arabanın yanında en az beş adam beliriyor. Hepsi bildikleri
yeri tarif ediyor ama biz birşey anlamıyor ve teşekkür ederek ayrlıyoruz. Bir
iki yanlış yere girip çıkıyor ama hangi kafaysa artık şu Japon bahçelerini
bulmak için uğraşıyoruz. Bir tepenin oyulmuş alt kısmına doğru ilerlerken
arkadan bir korna sesi duyuyoruz. Zaten yanlış geldiğimiz anlayıp dönerken adam
yanımızda duruyor ve
-Yanlış geldiniz ben de anladım size yol göstermek için
geldim diyor, benim yolumun üstü isterseniz takip edin diyor.
Güleç yüzlü adam bunları söylerken bizim arabanın içine
kadar dolan alkol kokusunu biraz sonra fark ediyoruz. Bazen bir levha, bir
tanım, bir güler yüz insanın kontrolünü şaşırtabiliyor demek. Adamı takip ediyoruz tepeye
doğru. Virajlı yolları yukarı doğru çıkarken birden ıssız bir yerde olduğumuzu
ve neden bu adamı takip ettiğimizi, daha doğrusu neden bu adamın bize japon
bahçesini göstermek üzere önümüze düştüğünü ve göleti görmesek ne oluru fark
ederek daracık yoldan iki manevrayla dönerek hızla uzaklaşıyoruz. Ait olmadığı
bir yerdeki Japon bahçelerini göreceğimize ait olduğu yerdeki Japon
bahçelerinin güzeliğini bilelim de varsın görmeyelim.
Oradan Yazılıkayalara geçiyoruz, oniki hitit yeraltı
tanrısının kaya resimlerini ve diğer işlenmiş kayaları hayranlıkla görüp
yolumuza devam ediyoruz. Planımızda biraz daha antik çağ keşfi yapmak üzere
Ortaköy’e gitmek var ama bu Japon bahçeleri hikayesi bize bayağı zaman
kaybettirdi. Biraz gaza basıyorum, bizi çevre yoluna bağlayacak olan bu ara yolda
önümde ağır giden bir doğan var biraz hızlanıp solluyorum aracı tam geçmiş ve
oldukça hızlanmışken yol üstünde iki kuş yürüyerek bizim şeride doğru ilerliyor.
Çalışma yıllarımda aldığım emniyetli sürüş eğitimlerinden
birindeki söz aklıma geliyor “80 km
üzerinde iseniz bir direksiyon kırmanız, büyük tehlikelere neden olabilir”.
Arkamdan gelen araç yüzünden frene de basamazdım. Kuş uçar diye büyük bir
inançla yoluma devam ettim.
Bir süre bütün kuşlar sustu aracımızda, bütün kuşlar küstü
bana. En çok da yoluna tek başına devam eden o iki sevgili kuştan biri....
Çorum gezisi hüzünlü bitti.