28 Ocak 2016 Perşembe

YALANCININ MUMU

Yalancının mumu er geç söner de, yalancı için önemli olan sönüp sönmemesi değil ki, mum ışığında işini halletsin yeter . Sonra mum ister sönsün, ister yana yana bitsin.

Yılandan korkmam yalandan korktuğum kadar derdi annem. Ve yalancılık kosunda ondan aldığım ilk dersi dün gibi hatırlarım.

Yuvaya gidiyordum. Dört yaşlarında olsam gerek. Yuvanın tuvaletinde boyumuza uygun lavobalar, yanyana bembeyaz. Ellerimi yıkıyorum, bir de ne göreyim, minik lavobanın sağdaki minik sabunluk kısmında minicik bir çaydanlık. Sapsarı, pırıl pırıl. Daha çok da Alaaittin’in lambasına benziyor. Belki sıvazlasam içinden cin çıkacak ve ben üç oyuncak daha isteyeceğim. Bakıyorum etrafta kimse yok, demek biri bırakmış gitmiş, o halde artık benimdir diye alıyorum minicik çaydanlığı avucumun içine.

Minik çaydanlık paltomun cebinde benimle eve kadar geliyor. Ne var ki daha kendisi ile oynayamadan annemin gözünden kaçmıyor, o minik çaydanlık fark ediliyor.

“Bu ne yavrum”
“Oyuncak”
“Kim verdi”
“Arkadaşım”
“Hangi arkadaşın”
“Kem Küm”

Annem beni iki koltuğumdan tutarak kaldırıp masaya oturtuyor. Ve diyor ki. “Burada iki yanlış var, biri sana ait olmayan birşeyi almışsın, diğeri de yalan söylemeye çalıştın. Şimdi birlikte gidip bu oyuncağı yuvaya bırakacağız. Ve bir daha asla yalan söylemeyeceksin. Asılmaya gitsen söylemeyeceksin.” Annemin son söylediği söz öyle ölümcül gelmişti ki “yalan” o gün zihnimde en korkunç kavramlar ünitesindeki yerini aldı böylece.

Peki hiç yalan söylemedim mi hayatımda. Buna “hiç” demek en büyük yalandır elbette.

Daha geçen hafta sonu karlı günde sınava giderken yanıma telefonumu almıştım. Sınava telefonla girmek yasak. Çantanızın derinliklerinde kaybolmuş olsa bile. Saçma yasaklardan biri işte. Aslında yanıma almazdım hiç ama o gün almıştım birkere. Okula girerken kapadım ve üstüne not defterim, güneş gözlüğüm, suyum, okuduğum roman gelecek şekilde en dibe yerleştirdim.
Kapı girişinde kadınların üzerini kadın görevliler arıyor. Ve bazen soruyorlar “cep telefonunuz var mı” diye. İnşallah sormaz dedim. Ve sıra bana geldi.

“Cep telefonunuz var mı?”
“Var”
Kadın şaşkın gözlerle            
“Var mı?”
“Yok”
“Karar verin hanfendi hahahah”      
“Var yani cep telefonum var anlamında hahahah ama yok”
“Buyurun hanfendi hahaha”

Biraz mahçup, biraz neşeli, biraz suçlu ama masum girdim sınava.

Nihayetinde küçücük yalanımı kötü bir niyete alet etmemiştim. Kimsenin hakkını yememiş, kimseyi kandırmamıştım. Kimsenin kalbini kırmamış, kimsenin gözünde çirkinleşmemiştim.

“Rahat uyu annem”


10 Ocak 2016 Pazar

CEHNET

Cehnet uzak bir ülke. Vizesiz olanlardan. Bilet tek yön ve bedava. Giden direkt vatandaşlık alabiliyor. Her yaşta gidilebiliyor. Belki de giderken arkasından en fazla uğurlamanın yapıldığı tek yolculuk. İşsziliğin, hastalığın, suç oranının sıfır olduğu tek ülke. Gidenin hastalığı, yaraları hemen  iyileşiyor ve asla bir daha hastalanmıyor ve yaşlanmıyor. Din, dil, ırk ayırımı yok. Herkes aynı dili konuşuyor, herkes aynı dinden, havasından mı suyundan mı bilinmez herkes aynı renk, aynı kök oluveriyormuş. Tüm bunları nereden mi biliyorum.  Annemden.

Annem gideli 15 yıl oldu. Önce mecburi hizmetlerde çalıştı kısa süreyle. Beraberinde götürdüğü tamamlanmamış, yarım kalmış, hatalı bulunmuş tüm işlerini tamamlamak için. Annem için bu öyle de çok uzun sürmediğinden direkt melekliğe terfi etmiş. İlk zamanlar fazla haberleşmiyorduk. Öyle apar topar gitti diye biraz da kırgındım doğrusu. Hatta bu bende büyük bir travma yarattı diyebilirim. Giden herkese nereye giderse gitsin içimde fark etmediğim bir kızgınlık oluşmaya başladı o günden sonra.  Ama uzun süredir kabullendim durumu, bakıyorum buralar artık yaşanası yerler olmaktan çıktı, belki de zamanında gidip oraya yerleşmekle en iyisini etti. Bu günlerde de baş meleklikten emekli olmuş. Kutluyorlarmış. Hertarafın zambak ve sümbüllerle çevrili olduğu, bulutlardan aşağıya sallanan sarmaşıkların aralarında hanımellerinin dolandığı, kocaman mavi bir gölün kenarında,  beyaz ipek giysilerle hamakta sallanır görünen bir resmini gönderdi bana. Oradaki kokuyu artık siz düşünün sümbül, zambak, hanımeli bir de üstüne anne kokusu.  Gölün içinde ince boyunlu bembeyaz kuğular dans ediyorlar. Meğer Çaykovski bizzat kendisi yönetiyormuş o meşhur bestesini icra eden orkestrayı. Teknoloji oraya sirayet edemediğinden ne akıllı telefonları var, ne de instagramları var elbette. Resimler oraya göç etmiş ünlü ressamların ellerinden çıkıyormuş.

Bir başka resimde gölü çevreleyen diğer hamaklarda da tanıdık yüzler görüyorum. Abim Ahmet , kuzenim Demet, arkadaşlarım, Aslı, Sema, Suna, Hamide... Onlar erken yaş muafiyeti sebebiyle orada hiç bir mecburi hizmet sürecine tabi tutulmadan direkt meleklik mertebesine erişiyorlarmış. O yüzden de gittiklerinden beri Cehnetin tüm güzellikerini yaşıyorlarmış.

Teyzem, dayım, iki halam, sevgili amcam resimde gayet keyifli görünüyorlar. Sanırım onlar da fazla iş biriktirmediklerinden kısa sürede emekli olabildiler.

Babamı arıyor gözlerim. O da hemen hamakların arkasındaki toplu salıncaklarda. Biraz yorgun gibi. Anneme soruyorum. Hala çalışıyormuş, ama az kalmış onun da emekliliğine. Orada da erkekler biraz daha geç emekli oluyorlarmış. Kadınlara göre daha fazla tamamlanmamış ve hatalı iş biriktirdiklerinden, gittiklerinde hataları düzetlmeleri, eksikleri kapatmaları daha uzun sürüyormuş. Babam yuva bakıcılığı yapıyormuş küçük çocuklara. Oldukça da seviliyormuş. Eh ama çocuk bakmak zordur tabi, yorar insanı. Yine de dinlenmek için oldukça fazla zamanı oluyormuş. İş çıkışı sadece erkeklerin gidebildiği  meyhanelerde uzun uzun fasıllar yapıp, kadeh kadeh ab-ı hayat içiyorlarmış ölümsüzlüğün hak edildiği o tek üldede. En iyi arkadşlarından biri de adaşı şair Ömer’miş. Ellerinde kadehler, sabaha kadar muhabbet ederlermiş.

İçim rahat. Cehnet güzel bir ülke. Giden dönmüyor zaten. Zannedersem, güzel diğer bütün yeryüzü ülkelerinden.


7 Ocak 2016 Perşembe

KUŞLAR VE KEDİLER

Şu geçen gün facebook ve instagramda payaştığım üç güvercin. Üsküp'te Türk Çarşısının orada çekmiştim. Sizi bilmem ama, teknik olmasa da artistik açıdan ben o fotoyu çok beğenmiştim. Ne yazık ki beklediğim ilgiyi görmedi L Tabi bu like tuşuna basma psikolojisi apayrı bir konu. Ciddi inceleme gerektiriyor. Mesela paylaşılan saat önemli, altındaki hashtagler  önemli, düştüğün not, seninle aynı bakan göz, kişinin kendine baktığı yer vs. önemli.

Neyse benim güvercinlere dönersek. Ne yaptılar biliyor musunuz? Elbette rüyama girdiler. Hem de resmin altına yazdığım gibi kalabalıktılar. Ben bir kitap yazmışım efendim, kapağında da bu güvercinlerin resmi. Güvercinlerden bir kaçı girip başucumdaki bu kitaba konup resme bakıyorlar. Birbirlerine de gagalarıyla kuşları gösterip işaret ediyorlar. Uykumdan uyanıp “tabi rüyadaki uykumdan” kuşları görüyorum ve onlara sarılmak için ayağa kalkıyorum ama bir çoğu uçup kaçıyor, biri tam pencereden çıkacakken geri dönüp kanatlarını açarak sarılıyor bana. Diyor ki “dışarıda kedileri katlediyorlar”. Pencereden baktığımda söylediklerinin doğru olduğunu görüyorum. Ve kuşu alıp oradan kaçmaya başlıyorum. Kendimi bir deniz kenarında koskocaman ve kendinden şekilli tek parça bir kayanın üzerinde buluyorum. Kaya o kadar büyük ki orada dolanırken, bir oyuğa giriyorum, kat kat olan bu oyukta kaybolup sonra çıkışı bulmakta zorlanıyorum ama tam çıkarken büyük bir dans grubu kayanın etrafında dönerek dans ediyor. Meğer bu tarihi bir film için çekilen bir dans sahnesiymiş. Ben Akyarlar’da falanmışım tabi herhalde oraların yüzlerce yıl önceki hali olsa gerek.

Özetle kediler katlediliyor, güvercinler korkuyor, ben kaçıyordum. Kimdi bu katiller, bu kuşları yuvalarından edenler, kimlerden kaçıyordum ben, bu nasıl bir canlı türüydü ki, diğer tüm canlılara zarar veriyordu. Herşeyin düzelmesi için tarihi başa mı sarmak gerekiyordu..??? Ne diyordu bu rüya, bu rüya ne diyordu?


Kuşlar kadar özgür, kuşlar kadar kalabalık, kuşlar kadar yalnızız herbirimiz...


6 Ocak 2016 Çarşamba

YOLLAR BİZİM DÖN TEKER ÜSTÜ

Soğuk bir gün. Hatta buzzz. Maltepe’den eve dönmek üzere minibüs yolu üzerindeki mavi münibüslerden birine atlıyorum. Bir sürü boş koltuk. Seviniyorum. Öyle demeyin, toplu taşımalarda boş koltuk bulmak altın bulmak gibi birşey. Bakınız metrobüs pentatlonlarına. Halkımız tüm sporcu ruhuyla;  önce uzun atlama, sonra cirit yerine çanta sallama, engelli koşu ve gülle yerine popoyla hedefe ulaşma konusunda inanılmaz bir ilerleme kaydetmiş durumda. Öyle ki gidiş yönünde oturabilmek altın, olmadı herhangi başka bir yönde oturmak gümüş, elden ayaktan uzak sota bir yerde ayakta durabilmek bronz madalya ile eş değer. Bu kişilerin yüzüne bakarsanız azmetmenin ve zaferin yayılan ışığını görürsünüz inceden.

Önce parayı mı versem, yoksa önce otursam mı? Oturursam bir daha kalkmam gerek, e o zaman da yerimi kaptırabilirim gibi zor bir muhasebeden sonra parayı ödeyip yerime oturuyorum.
Güzel bir müzik çalıyor hayret. Sezen’den  “unuttun mu beni”...Şöför mahalline doğru bakıyorum camın üstündeki yazı “En büyük düşman cehalettir”..ne güzel diyorum doğru, sessizce şarkıya eşlik ediyorum camdan bakarken “ben hala dolaşıyorum aaa vaa re, haniii görsen eni konu di vaane, unutamadım seni.”

O sırada minibüs sert bir frenle duruyor, olacak o kadar bu da racondan olsun artık. Yetmişinin üzerinde bir bey bakıyor yer var mı diye, şöför sesleniyor “gel amca gel, yer çok”.

Beyaz sakallı, oldukça zayıf, kasketli hoş giyimli ve hala yakışıklılığı elden bırakmamış adam oturuyor benim çaprazımdaki ön koltuklardan birine. "Sahrayicedid ne kadar?" diyor. 1.75 tl yi şöföre gönderdikten sonra elindeki poşeti açıyor. Poşet bir tıp merkezine ait. Bir rapor almış olacak. Poşetten zarfı çıkarıyor, yüzü biraz tedirgin, zarftan da raporu çıkarıp incelemeye başlıyor. Yüzündeki tedirgin kaslar gülümseme ile beraber rahatlıyor.
Minibüste bu defa daha hareketli bir parça çalıyor. Hani şu zamane zıppır parçalardan:
“Kendimi attım kucağına aşkın,
bugünleri de gördüm ya şükür
Yollar bizim dön teker üstü
Şimdi nereye istersen sür"

Bir baktım bizim beyaz sakallı beyefendi sağ ayağı ile şarkıya tempo tutmuş, yüzünde bir neşe.

Bazen işte, böyle güzel şeyler de gelir üst üste ....


3 Ocak 2016 Pazar

SEVGİYLE KARIŞIK DUYGULAR

Sarışın bir kız çocuğu, 3-4 yaşlarında mavi gözlü ipek saçlı bişey, çok tatlı. Biz kalabalığız teras gibi bir yerde oturuyoruz. Çocuk da yandaki evde, evin içinde oynuyor ama o evde pek huzur yok. Çocuğu sürekli azarlayan bir kadın var, oynama, gürültü yapma, koşma vs. Çocuk sıkılarak evden dışarı terasa koşmaya başlıyor, elinde de oyuncak arabası, arabayı fırlatıyor, araba terasın demirlerinin arasından aşağıya düşüyor ve çocuk arabanın arkasından koşmaya başlıyor. Ben de kalkıp çocuğun arkasından koşmaya başlıyorum ama tam demirlere yaklaştığında hareket edemiyorum ve çocuk da demirlerin arasından usulca geçerek kayboluyor. O an dehşetle koşup demirlerden bakıyorum. Terasın hemen altında bir set varmış, çocuk oraya düşmüş ama hareketsiz yatıyor. Hemen aradan geçip aşağıya atlıyorum ve hareketsiz çocuğu kucağıma alıp yukarı çıkıyorum. Çocuğu yere yatırıyorum, çocuk nefes alamıyor ben de hemen kalp masajı yapmaya başlıyorum ...bir iki üç dört...yapmaya devam ederken çocuk hareket etmeye başlıyor...sevinçten uçuyorum. O sırada kadın yaklaşarak bağırmaya başlıyor, sen ne yaramaz şeysin, niye laftan anlamıyorsun diye... çocuk kendi kendine alnını okşayarak şöyle diyor “biraz sevgiyle karışık duygular” ...
Meğer çocuğun annesi yurt dışındaymış ve bu kadına bakması için bırakmış. Annesini arayıp haber veriyoruz, rüya bu ya kadın hemen geliyor ve bakıcı kadından alıp çocuğu bana bırakıyor.

Şu derin bilinçaltı sularından rüya ağlarına neler neler takılmış bu defa. İşkenceci üvey anne, mülteci çocuklar, çocuklarını bırakarak çalışmaya giden Türki Cumhuriyetleri kadınları, geçen gün bir video da izlediğim, yardım sağlanamadığı için kalp krizinde hayatını kaybeden biri ve arkasından hatırlamak için yeniden baktığım suni solunum ve kalp masajı, yıllar yıllar önce Arnavutköy sahilinde kaldırım kenarındaki çelik halatların arasından arabalara doğru geçmeye çalışan bir çocuğu yakalayışım ve en derindeki edebi kısım sade sevgi değil de...“sevgiyle karışık duygular” ...