15 Aralık 2019 Pazar

ERKEĞE ŞİDDETE HAYIR


Şiddetli bir baş ağrısıyla açtı gözlerini, baş ucundaki saate baktı, dokuzu geçmişti. Şu dükkanı sekizden önce açamıyordu uzun zamandır, sinirlendi. Yüzünü yıkarken aynaya yarım gözle baktı, alıcı gözle baksa ne olacaktı ki, kan çanağı gözler,kemiği yamuk kaynamış bir burun, bozuk bir ağızı çevreleyen kararmış dudaklar, balonlaşmış göz torbaları. Yüzünü kuruladığı havluyu çamaşır makinesinin üzerine fırlatıp, mutfağa geçti. Allah’tan şu kadın ona hala katlanıyordu da, evden çıkmadan karnını doyuruyor, mis gibi çayını içiyordu. Mutfaktaki soğuk sessizlikte çaydanlık tek başına fokurdanıp duruyordu. Adam çay bardağını eliyle kadına doğru itti, kadın tırnakları dibine kadar kemirilmiş, uzun süredir titreyen, dargın elleri ile doldurdu çay bardağını. Adam yan gözle baktı kadına, kadın elbette bakmayacaktı yüzüne. Homurtulu homurtulu yedi yumurtasını peynirini, koca lokmaları arka arkaya yutarken söylendi kadına “uyandırmadın bak, yine bu saate kaldık”, kadın sustu, uyandırsa da söylenecek, uyandırmasa da söylenecekti zaten. Adam ceketini alıp çıktı evden. Kadın sessizce kapadı arkasından kapıyı.
Çarşı yolundan dükkanına doğru hızlı adımlarla ilerlerken, dükkanlarını çoktan açmış, kapı önüne attıkları taburelerde neşeyle sabah kahvelerini yudumlayan esnaflarla selamlaştı, içten içe kendine kızarak. Ardı ardına dükkanların vitrinlerine yapıştırılmış kağıtları gördü. Hepsinde “ERKEĞE ŞİDDETE HAYIR” yazıyordu. Affaladı. Nasıl olurdu bu? Ne olmuştu da? Kıt beyniyle (pardon erkeğe şiddete hayırdı) düşüne düşüne dükkanına vardı. Baktı ki kendi küçük büfesinin de camına yapıştırılmıştı aynı slogan. Bir çırıpıda kopardı kağıdı, buruştura buruştura yok etmek istercesine iyice küçülttü kağıdı, ama yok edemedi. Zihninden yok edemeyeceği gibi. Demek erkeğe şiddet vardı. Ne olmuştu, nasıl olmuştu, nasıl başlamıştı bu kabus. Filmelerde bulanık gösterilen ama o hepimizin bildiği şeylerden almak için büfeye gelen tedirgin, suratı asılmış erkek müşterilere sormak istedi ama kimseden net bir yanıt alamadı.
Akşam yine aynı yoldan aynı sloganların arasından eve gitti. Bu akşam canı dışarı çıkmak istemedi, evde yer biraz televizyon izler sonra da yatardı. Kadın her Cumartesi akşamı dışarıda vakit geçiren kocasının eve gelmesini hiç beklemiyordu. Dünden kalan bir lokma yemekle karnını çoktan doyurmutu. Biraz gülmek için televizyonda komedi dizisi açmış, yeni aldığı yünden kazak örmek  için hangi şiş daha uygun olur diye bütün şişlerini dışarı çıkarmış yanyana dizmişti.
Kapıda kocasını görünce, bir an gözü karardı, dolapta dolma olmayı bekleyen yeşil biberler, kutunun kenarında kalmış azıcık yoğurt, yediği son ekmek dilimi, açılıp kapanan kara dudaklar arasından odaya yayılan yükesek ses eşliğinde kocaman açılan gözler, havada uçuşan boş tabaklar, derin bir yürek sızısı kısa bir film şeridi gibi geçti gözlerinin önünden. O filmi geri sarmak için neler yapmazdı.
Adam içeri mutfağa gitti, mutfak masası bomboştu. Çaydanlık bile suskun oturuyordu ocağın üstünde. Sonra düşünceli salona geçti. Kanepenin üzerinde boy boy duran şişleri görünce gözleri faltaşı gibi açıldı.
Kadının kısık sesi duyuldu. Bugün yemek yapmamıştım. Adam hızla ona döndü, kadın bir adım geriledi, adam ‘olsun’ dedi, zaten ben de toktum. Kadının içi biraz rahatladı. Adam mutfağa yöneldi ben bir çay demleyeyim bari, kadın şaşırdı, ben demleseydim dedi. Adam, yok sen otur, televizyon izle, ama şu dağınıklığı topla bi zahmet dedi şişleri göstererek. Kadın şişleri, ipleri kaldırdı, alışık olmadığı bir huzursuzlukla televizyon izlemeye başladı. Çay demlenirken adam mutfak dolaplarını biraz karıştırdı, ve yerini ilk kez öğrendiği erzak kısmında biraz leblebi, çekirdek buldu. Tabağa koydu, çayları hazırladı ve hayatında belki de ilk kez karısına çay ikram etti. Oldukça güzel bir duygu olduğunu ayrımsadı. Kadının hisettiği ise mutluluk, şaşkınlık, tedirginlik karışımı birşeydi.
Çaylarını içerken kendini televizyona kaptıran kadın, iyice rahatlamıştı, komikliklerde gülmeye bile başlamıştı. Adam karısına baktı, güldüğünde ne kadar da güzel oluyordu, sanki odaya gül kokusu yayılıyor, tavandan aşağı papatyalar yağıyor, aralarda da renkli kelebekler uçuşuyordu. Evet adam çok güzel şeyler hissetmişti, ama bu çiçekli böcekli tablo şu an için biraz abartı, kabul ediyorum.
Ertesi sabah adam erkenden uyandı. Başı ağrımıyordu, aynada kendisini gülümserken buldu, biraz gözleri mi parlamıştı ne, yoksa bu yaışıklılığın gülümsemekle bir ilgisi mi vardı. Kadın hala uyuyordu, tam uyandırıp çay koysana diyecekti, vazgeçti.  Giyinip evden çıktı.  “ERKEĞE ŞİDDETE HAYIR” sloganları arasından daha bir huzurla ve kendine güvenle geçip dükkanına gitti. Dükkanı erken açmak ne kadar da bereketliymiş meğer, okula, işe gidenler, ufak tefek birşeyler almadan geçmediler. Taburesini koydu dükkanın önüne, keyifle içti orta kahvesini.
Öğleye doğru karısını aradı, yemek yapmamasını söyledi, gelirken birşeyler getirecekti. Kadın dünden beri şaşkınlıklığını üzerinden atamamıştı.  Atmak da istemiyordu, şaşkınlık biterse içindeki  mutluluk baloncukları da sönerdi.  Ah bu huzur bu mutluluk hiç bitmesindi.  
Adam dükkanı biraz erken kapadı, o arada reklama girmesin diye markasını veremeyeceğimiz küçük bir yirmiliği sarıp filesine koydu. Peynirciden biraz beyaz peynir, biraz tulum peyniri  biraz helva da aldı. Balık alacaktı vazgeçti, bu akşam karısı hiç mutfağa girsin istemiyordu. Kebapçıdan hazır bir iki çeşit kebap aldı. Helva almıştı ama bir tatlı daha almak lazım gelir diye düşündü, baklavacıdan da ev baklvası aldı azıcık, o da cevizli söylemesi ayıp.
Eve geldiğinde karısı kapıyı açtı, evden yine mis gibi gül kokuları geliyor, papatyalar eşikten dışarı taşıyor, kelebekler karısının saçlarında uçuşuyordu. İçeri girdi, salonda hazırlanmış sofraya koydu aldıklarını.
Birlikte hem yediler, hem içtiler, hem sohbet ettiler, hem meğer yıllardır içlerinde birktirdikleri ne çok şey varmış anlatacak; konuştular, konuştular, konuştular. Gecenin ilerleyen saatlerinde adam kadının gözlerinin içine baktı ve tatlı yiyelim mi dedi, kadın heyecanla yiyelim diyerek yanıtladı, sonrası malum sabaha kadar tatlı yediler, tatlı konuştular.





4 Nisan 2016 Pazartesi

İKİ GÜNLÜK BİR ÇORUM HİKAYESİ

Bir arkadaşımın deyişi ile; hüzünlü biten neşeli bir film gibiydi, Çorum gezimiz.
Herşey bu geziyi yalnız yapmayı planlayan kardeşim Zero’nun iki günlük kaçamağına, ağzından birkaç bakla çalarak onun gece yarısı Alibeyköy’den kalkan KK otobüsüne, Ataşehir’den katılmam ile başladı. Sürprizler risklidir ama güzeldir de.
Otobüsten inen biri ile onu bekleyen birinin karşılaşmasındaki hasretli kucaklaşmayı, daha kalkış noktasında gören diğer yolcular buna ne anlam verdiler soramadım tabi.. ama mutluluk ve neşe bulaşıcıdır... iki insanın yürekten kucaklaşması ise gerçek bir mutluluktur.
Çorum’a geldiğimizde saat dokuz, hava güneşli, içimizde bir neşe, keyfimiz müthişti. Otelimize yerleşmeden önce güzel bir kahvaltı etmeli, toplam 300 km lik bir çevre gezisi için de bir araç kiralamalıydık. Önce bir taksi durağına sorduk
-Günaydın,  acaba yakınlarda kahvaltı edebileceğimiz bir yer var mıdır?
-Öyle fazla yok biraz aşağıda Şehir pastanesi var orası güzeldir, poğaça falan.
Zero devam etti
-Peki acaba Hattuşili otel nerede?
-Şurdan devam edeceksiniz Sungurlu cami değil ondan sonra şöyle gideceksiniz, başka bir cami ve sonra başkasına da sorun.
-Peki.
Tam devam edecekken, Zero oto kiralamayı da sorayım mı diyor, diyorum ki burası taksi durağı, danışma değil gel güzelim, biz bu soruları Çorum halkına pay edelim, tek kişiye yüklenmeyelim.
Şehir pastanesi güzel ama tam da istediğimiz gibi değil, böyle bahçesi olsa, güneşi görsek, poğaca değil de söğüş ve yumurta falan olsa.
Zero, hemen önünden geçen ve hızlı adımlarla yürüyen genç kadına soruyor. Affedersiniz biz kahvaltı...
Kız diyor ki sizin istediğiniz gibi bir yer var ben de o yöne gidiyorum, birlikte yürüyebiliriz. Yürüken sohbet ediyoruz, evi işe çok yakınmış, o yüzden hep yürürmüş, Çorum’da görülecek çok yer varmış, keşke daha çok insan gelseymiş...
-Şuradan devam edeceksiniz, ben de burada çalışıyorum, uğrarsanız bir çay ikram etmekten çok mutlu olurum diyor, biz de Fatma ile tanıştığımıza çok mutlu olarak tarif ettiği yere doğru gidiyoruz.
Tam istediğimiz gibi açık bir mekan, güneş sıcaklığı ile bizi hafifce sarmalarken, sahanda yumurtamız, domatesimiz biberimiz, ve söylemesi ayıp kendi yaptığım zeytinli keklerimizle bir hayli acıkmış olan karıncıklarımızı doyuruyoruz. Zero’nun her Çorum’luya bir soru kampanyası devam ediyor tabi,
-Affedersiniz buralarda oto kiralama ofisi var mı?
-Aşağıda bankalar caddesinde var birkaç tane.
-Teşekkürler
-Ama siz isterseniz biz de buradan arayıp yardımcı olabiliriz.
Beş dakika kadar sonra biri geliyor kırmızı son model bir seat ibiza  ve elinde gerekli tüm evraklarla. Ne var ki araç manuel. Uzun zamandır manuel araç kullanmadığım için pek cesaret edemiyoruz, biz biraz bakalım diyoruz.
Adam otomatik bulmanız çok zor ama ben de sizin için araştırırım diyor, ayrılıyor. Son ikram çaylarımızı içtikten sonra, biz de mekandan ayrılıyoruz.
Birkaç oto kiralama dedikleri, yanyana ve karşılklı olmak üzere en az yirmi vardır herhalde. Kim kiralıyor bu kadar aracı anlayamadık ama gerçekten bir tane bile otomatik bulamayınca biz ilk göz ağrımız kırmızı uğur böceğimizi kiralamak üzere tekrar Hüseyin Bey’i aradık.
-Sakın kaybolmaktan korkmayın, araç takibinden nerede olduğunuz bulur hemen yardımınıza geliriz, allah korusun kaza durumunda da sakin panik yapmayın, kasko var herşey var size birşey olmasın, sadece dikkatli olun, burası İstanbul’a benzemez sürücülerimiz çok hatalı sürüş yapabilir, siz daha dikkatli olun (İstanbul’un sürücüleri çok iyidir ya?!?)
İçimiz rahat sıfır arabamızı alıp düşüyoruz yollara. Birinci istikamet İskilip, yaklaşık birbuçuk saatlik bir mesafe. İskilip semercisi, demircisi, eski evleri, kalesi ve dolması ile özünü koruyan eski bir yerleşim yeri. Gidene kadar çok acıkmasak da şu iskilip dolmasını bir an önce tatmak istiyoruz. Kale mevkiine doğru giderken yeni sorumuzla karşı karşıya kalacak şanslı kişiyi seçip arabayla zınk diye önünde duruyoruz.
-Ah diyor, bugün düğün olsaydı, esas ben size ikram ederdim ama yok, malesef artık lokantada yiyeceksiniz. Düğündekiler gibi olmaz ama olsun. Şu ileride Ziraat bankası var onun karşısındaki kebaçıda bulabilirsiniz. Dönüşte de buyurun çay ikram edelim.
Bizim Ziraat bankasını bulmamız biraz zaman alıyor çünkü aslında orada Ziraat bankası yapılmak üzere olan bir inşaat var. Üzerinde de hiç birşey yazmıyor tabi, e biz de müneccim olmadığımız için, mecbur bir kaç kişi daha payına düşen sorulara muhatap oluyor.
Efendim bu iskilip dolması öyle bildiğimiz bir dolma değil. Kuzu eti ve etin buharında pişmiş pilav. Yanında sirke salatası dedikleri sirkeli cacık, önden ezogelin çorba, ardından da sütlü un helvası. Çaylar ikram.
Gücümüzü topladık, şimdi sıra kaleyi içten fethetmekte. Garson çocuğa bu arada soruyoruz, açıkta çay, kahe içebileceğimiz bir yer var mı oralarda diye. Çocuk bundan o kadar muzdarip ki, yok diyor, keşke olsa biz de çok isterdik, her gelen de soruyor ama kimsenin aklına gelmiyor herhalde. Neyse diyoruz biz yerleşirsek açarız belki, gülüşüp ayrılıyoruz.
Önce yürüyelim diyoruz ama sonra bir bakıyoruz kale epey bir tepede. O sırada arkamızda bulunan aktar amcayla göz göze geliyoruz. Ve tahmin ettiğiniz soru
-Kaleye yürüyerek gidilebilirmi acaba?
-Gidilebilir ama aracınız varsa daha iyi olur, oldukça dik.
-Peki o zaman, araçla gidelim.
-Aslında keşke size oradaki evlerin kapısını açıp göstercek birileri de olsaydı.
-Ne yapalım artık, diyor gülümsüyoruz.
-Buyurun bir çay ikram etseydik.
-Çok teşekkürler.
Kaleye çok dik bir yokuştan çıkıyoruz. Yukarıdan manzara harika, İskip eski evler, tepeler, ağaçlar. Etrafta çok eski tahta evler. Gerçekten de içlerini görmek için içimizde uyanan büyük merak. Etrafı geziyoruz, birbirimizin fotolarını çekiyoruz, biraz manzara karaleri ve pek zarurui selfilerden sonra kaleden ayrılıp sokak aralarında geziyoruz. Zaman olsa biraz daha kalınabilir ama yolumuz uzun, Oğuzlar’a doğru devam ediyoruz.
İskilip ve Oğuzlar arası yolculuk bir harika. Yolda birkaç traktör dışında hiç araç yok. Bir sürü köyün içinden geçiyoruz. Çilek tarlaları, üzüm bağları,  bahar ağaçları... bu yol hiç bitmese de olur...
Oğuzlar ceviz üretimi ile oldukça meşhur büyük bir yer. Planda cevizlerin kurutulma yöntemlerini falan da görmek ve hatta biraz da ceviz almak vardı ama yol üstünde görmeyince kendimizi obruk baraj gölünde bulduk. Bir yorgunluk kahvesi, huzurlu birkaç soluk aldıktan sonra artık Çorum’a geri dönüş için yola çıktık.
Artık biraz dinlenmek iyi gelecekti. Neredeyse 40 saatir bacaklarımızın uyluk ve kavallarının birbirine 90 lık açıları kalıcı hale gelip bir daha 180 i göremeyecek duruma gelebilirdi.
İkinci gün sabah ve Çorum müzesi. Kesinlikle ve kesinlikle gezilmesi gereken çok güzel bir müze. Hem yapı olarak hem de içindeki eserler ve eserlerin tanıtımı olarak. Daha sonra gezeceğimiz Alacahöyük ve Hattuşaş için de tamalayıcı görseller..
Müze bahçesinde kahveler içildikten sonra istikamet Alacahöyük ileri diyor, ve yola çıkıyoruz. Bu arada haritada gördüğümüz ‘aşıklar tepesini’ de ziyaret etmeden geçemiyoruz. Bakalım diyoruz havada aşk kokusu var mı, ama işte acı gerçek. Bir kaç park sporu yapan yaşlı amca, çocuklarını gezdiren anneler, ve kaydırakların teesinde bir kaç çocuk dışında öyle mecazi birşeyle karşılaşmıyoruz.
Alacahöyük müzesi ve ören yerini geziyoruz. Hattuşili kral abilerimizin mezarlarını ziyaret ediyor dikkatimizi havada gördüğümüz leyleklerden alamıyor sonra uzun turu tamamlayıp hattuşaş Boğazkale Hitit imparatorluğunun başkentine doğru yolumuza devam ediyoruz.  
Çevresi 1 kmden fazla olan yukarı şehire gelmeden muhtar bize biraz anlatıyor. İki konunun altını çiziyor. Milattan 1600 yıl öncesindeki demokrasi anlayışına bugün hala ulaşılamadığını, verilen kararların tek bir ağızdan değil tüm idari meclisten çıktığını ve kadınlara yönelik suçların en ağır cezalara çarptırıldığını anlatıyor. Tam da bizdeki gibi diyoruz, yok öyle değil diyor. Herkesin mizah anlayışı farklı neticede.
Büyük mabette en ilgimizi çeken yeşil taşa dokunup nereden geldiği belli olmayan bu taştaki enerjinin ve  uğurun bize ait olan kısmını yüklendikten sonra Kral kapısı ve özellikle büyük kalede oldukça fazla zamam geçiriyoruz. Zero’nun Hattuşili 1 e olan hayranlığı yüzünden kendisinin nerede banyo yaptığını, nerede dinlendiğini, hangi salon kalıntısında çalışmalarını yaptığını tek tek incelemeye çalışıyoruz. Kadeş antlaşmasından söz edip kardeş kardeş bu  büyük uygarlıktan ayrılıyoruz.
Kentten çıkınca karşımıza bir tabela çıkıyor. İbilkliçam göleti ve Japon bahçeleri. Bir tarih bir doğa bir tarih bir doğa diye gidince bu tabela bizi cezbediyor ve takip ediyoruz. Kendimizi tam da Boğazkale köyünün meydanında buluyoruz. Ve belki de bu defa soru sormamamız gereken bir yerde, köy kahvesinde durup soruyoruz. Bir kişiye soruyoruz ama birden arabanın yanında  en az beş adam beliriyor. Hepsi bildikleri yeri tarif ediyor ama biz birşey anlamıyor ve teşekkür ederek ayrlıyoruz. Bir iki yanlış yere girip çıkıyor ama hangi kafaysa artık şu Japon bahçelerini bulmak için uğraşıyoruz. Bir tepenin oyulmuş alt kısmına doğru ilerlerken arkadan bir korna sesi duyuyoruz. Zaten yanlış geldiğimiz anlayıp dönerken adam yanımızda duruyor ve
-Yanlış geldiniz ben de anladım size yol göstermek için geldim diyor, benim yolumun üstü isterseniz takip edin diyor.
Güleç yüzlü adam bunları söylerken bizim arabanın içine kadar dolan alkol kokusunu biraz sonra fark ediyoruz. Bazen bir levha, bir tanım, bir güler yüz insanın kontrolünü şaşırtabiliyor demek. Adamı takip ediyoruz tepeye doğru. Virajlı yolları yukarı doğru çıkarken birden ıssız bir yerde olduğumuzu ve neden bu adamı takip ettiğimizi, daha doğrusu neden bu adamın bize japon bahçesini göstermek üzere önümüze düştüğünü ve göleti görmesek ne oluru fark ederek daracık yoldan iki manevrayla dönerek hızla uzaklaşıyoruz. Ait olmadığı bir yerdeki Japon bahçelerini göreceğimize ait olduğu yerdeki Japon bahçelerinin güzeliğini bilelim de varsın görmeyelim.
Oradan Yazılıkayalara geçiyoruz, oniki hitit yeraltı tanrısının kaya resimlerini ve diğer işlenmiş kayaları hayranlıkla görüp yolumuza devam ediyoruz. Planımızda biraz daha antik çağ keşfi yapmak üzere Ortaköy’e gitmek var ama bu Japon bahçeleri hikayesi bize bayağı zaman kaybettirdi. Biraz gaza basıyorum, bizi çevre yoluna bağlayacak olan bu ara yolda önümde ağır giden bir doğan var biraz hızlanıp solluyorum aracı tam geçmiş ve oldukça hızlanmışken yol üstünde iki kuş yürüyerek bizim şeride doğru ilerliyor.
Çalışma yıllarımda aldığım emniyetli sürüş eğitimlerinden birindeki  söz aklıma geliyor “80 km üzerinde iseniz bir direksiyon kırmanız, büyük tehlikelere neden olabilir”. Arkamdan gelen araç yüzünden frene de basamazdım. Kuş uçar diye büyük bir inançla yoluma devam ettim.
Bir süre bütün kuşlar sustu aracımızda, bütün kuşlar küstü bana. En çok da yoluna tek başına devam eden o iki sevgili kuştan biri....
Çorum gezisi hüzünlü bitti.



5 Şubat 2016 Cuma

ÜÇÜNCÜ GÖZÜM

Altıncı hissim kuvvetli, o yüzden ruhum yorgun. Herkesi anlamaktan, anlayamamaktan, şüphe ile yaklaşmaktan ve her defasında şüphelerimin aslında gerçek olmasından yoruldum.

Oldu olacak dedim taktırayım şu epifiz düğmesini kafamın arkasına. Kendimi zorlamayayım daha fazla. Şüpheye, tahmine, hayale gerek yok. Neyse o. Tüm açıklığı ile herşeyi göreyim. Ne olacak yani. En azında kafam, kalbim yorulmaz artık.

Öyle kolay bir ameliyat değil. Daha çok yeni, bazı riskleri de var. O yüzden fazla tercih edilmiyor. Kafa tasının arkasına takılıyor, arka tarafta tam göz hizasında, ince bir kanal ile üçüncü göz dediğimiz epifiz bezine direkt güneş enerjisini yoğun bir şekilde aktarıp, bu organın yüzde yüz fonksiyonel olmasını sağlıyor. Minicik bir düğüme, küçük pilli oyuncaklardaki aç kapa düğmesi kadar. Açıkken minik sarı bir ışık yanıyor ama saçların arasında kaldığı için görünmüyor da. Estetik ameliyatlarından biraz daha pahalı ama güzel olmak mı önemli, karşındaki “güzeli” “çirkini” görmek mi.

Aldım riski, hem bilime fayda, kıydım paraya taktırdım işte. Bugün ilk kez sokağa çıkıyorum. Evde aynanın kaşısına geçtim ve düğmeyi açtım. Gülümsedim-gülümsedi, dişlerime baktım-beyazdı, gözlerime baktım-parlaktı, burnuma baktım-temizdi, kafamın arkasına baktım, minik sarı ışık yanıyordu, gülümsedim-gülümsedi.

Sokak kapısını açarken biraz tedirgindim, neler olacaktı, oluyor olandan daha fazla neler?

Bir kadın gördüm ağlamaklı, otopark duvarının sokak tarafına bir ilan yapıştırıyordu. Sarı bir kedi, adı aslan kaybolmuştu. Sokağa doğru adımımı atarken kadın yaklaştı ve “pardon dedi, kedim kayboldu, bu sokakta oturuyorum ve evden kaçtı, sarı bir kedi, buralarda görürseniz, lütfen haber verin, olur mu?”

“Sokağın en başındaki Saray apartmanı var ya, onun arka bahçe tarafından apartmanın kazan dairesine inen merdivenlerin orada, sıcak diye oraya sığınmış.”

“Nerden biliyorsunuz ki, resme bakmadınız bile.”

Ne diyeceğimi bilemedim. Kadının kafasındaki resmi görmüştüm oysa, ve o resmin karşılığında korku ile sahibini bekleyen minik kedinin merdiven köşesindeki ürkek bakışlarını.

“Şey sarı dediniz ya orada sarı bir kedi görmüştüm dün, belki odur diye”

“Peki teşekkürler,yine de bir bakayım.” Dedi bana tuhaf tuhaf bakarak. Pek tekin bulmamıştı beni anlaşılan.

Bu durum bana küçük  bir ders olmuştu aslında. Yani öyle her bildiğim, gördüğüm, hissettiğim şeyi pat diye ortaya atarsam pek de normal karşılanmayacaktım. Çünkü normal olan bilmemek, hissetmemek, görmemek, bakmamaktı.

Sokağın bitiminden caddeye doğru yürüken bir çift geliyordu elele. İkisinin de yüzünde elele tutuşuyor olmanın verdiği mutlu ve gevrek bir gülümseme vardı. Ne güzel. Ancak adamın gülümsediği kadın yanındaki kadın değildi. Sımsıcak tuttuğu el kadının eli değildi. Kalbindeki kalp yanındaki kalp değildi. Bambaşka bir resim vardı kafasında. Karşılarına geçip tüm gerçeği söylemek istedim. Ama kimi kurtaracaktım. Şu an aldatılan kadını mı, diğer tarafta elleri boşlukta kalan kadını mı, sevgisine, sahiciliğine, kendisine ve hekese ihanet eden adamı mı? Kimseyi kurtaramazdım, büyük bir üzüntü ile yoluma devam ettim.

Boğazım düğümlendi, bakkala girip bir küçük su alayım dedim. Mahallenin yaşlı bakkal amcası düşünceliydi.

“Hayrola Bedri Amca dedim” hayır olmadığını bile bile.

“ Artık işler iyi gitmiyor. Bina da birkaç aya yıkılacak. Yine de hayır diyelim hayır olsun kızım!” dedi.

“Ah Bedri amca işi gücü boşver de biran önce bir doktora gidip kan tahlillerine baktır lütfen” 
diyemedim.

“Hayır olur hayır Bedri amca, sen tatlı canını üzme herşeyin başı sağlık!” dedim ve çıktım.

Artık canım su bile içmek istemiyordu.

Yürümeye devam ettim cadde üstünde köşede bir simitçi, karşıdaki telefon mağzasına bakıyor. Karar vermiş bugün oğluna akıllı dedikleri telefondan alacak. Karne hediyesi. Taksitle hem. Onunkinin taksidi bitince de kendisininkini yenileyecek. Karşı köşedeki apartmanın çatısında bir karga. Yolda geçip gidene bakıyor, keskin gözleri ile nevaleleri araştıryor.

İki simit aldım simitçiden. İki simit satmaktan mutlu insanlar var dedim, biraz gevşeyip rahatladım. Simidin birini parçalayıp karganın göreceği bir yere, yol kenarına bıraktım. Birini de ön dişlerimle minik minik çıtırdatarak yoluma devam ettim.

Dakikalar sonra arkamda bıraktığım simitleri iki sokak köpeği gelip afiyetle çiğnemeden yuttular. Karga tenezzül bile etmedi.

Biraz ilerideki bankta yaşlı bir kadın oturuyordu. Biricik torunu doğuya askere gitmiş. Hergün bu kalp çarpıntısıyla ömrüm onun dönüşünü görmeye yetecek mi diye düşünüyor kara kara. Korkacak birşey yok sen kalbini ferah tut diyesim geldi.

Oturdum yanına. Merhaba dedim.

“Merhaba?”

“Siz daha torununuzun çocuklarını bile göreceksiniz ”

“Sen benle alay mı ediyorsun kızım?”

“Yok ben şey, ben çok ciddiyim!”

Kadın biraz şaşkın, biraz ürkek, biraz gergin,

“Peki siz kimsiniz ki nereden biliyorsunuz ?”

“Epifizden dolayı" dedim, kafamın arkasını göstermeye çalışarak. Kadının bana deliymişim gibi baktığı sırada aceleyle “hoşçakalın” diyerek ayrıldım oradan. Hızlı adımlarla uzaklaşıp, etrafıma bile bakmadan eve döndüm.

Galiba eskisinden de yorgunum artık. Düğmeyi kapatıyorum. Çok gerginim, belki de yüzümü gerdirsem daha iyidi.




28 Ocak 2016 Perşembe

YALANCININ MUMU

Yalancının mumu er geç söner de, yalancı için önemli olan sönüp sönmemesi değil ki, mum ışığında işini halletsin yeter . Sonra mum ister sönsün, ister yana yana bitsin.

Yılandan korkmam yalandan korktuğum kadar derdi annem. Ve yalancılık kosunda ondan aldığım ilk dersi dün gibi hatırlarım.

Yuvaya gidiyordum. Dört yaşlarında olsam gerek. Yuvanın tuvaletinde boyumuza uygun lavobalar, yanyana bembeyaz. Ellerimi yıkıyorum, bir de ne göreyim, minik lavobanın sağdaki minik sabunluk kısmında minicik bir çaydanlık. Sapsarı, pırıl pırıl. Daha çok da Alaaittin’in lambasına benziyor. Belki sıvazlasam içinden cin çıkacak ve ben üç oyuncak daha isteyeceğim. Bakıyorum etrafta kimse yok, demek biri bırakmış gitmiş, o halde artık benimdir diye alıyorum minicik çaydanlığı avucumun içine.

Minik çaydanlık paltomun cebinde benimle eve kadar geliyor. Ne var ki daha kendisi ile oynayamadan annemin gözünden kaçmıyor, o minik çaydanlık fark ediliyor.

“Bu ne yavrum”
“Oyuncak”
“Kim verdi”
“Arkadaşım”
“Hangi arkadaşın”
“Kem Küm”

Annem beni iki koltuğumdan tutarak kaldırıp masaya oturtuyor. Ve diyor ki. “Burada iki yanlış var, biri sana ait olmayan birşeyi almışsın, diğeri de yalan söylemeye çalıştın. Şimdi birlikte gidip bu oyuncağı yuvaya bırakacağız. Ve bir daha asla yalan söylemeyeceksin. Asılmaya gitsen söylemeyeceksin.” Annemin son söylediği söz öyle ölümcül gelmişti ki “yalan” o gün zihnimde en korkunç kavramlar ünitesindeki yerini aldı böylece.

Peki hiç yalan söylemedim mi hayatımda. Buna “hiç” demek en büyük yalandır elbette.

Daha geçen hafta sonu karlı günde sınava giderken yanıma telefonumu almıştım. Sınava telefonla girmek yasak. Çantanızın derinliklerinde kaybolmuş olsa bile. Saçma yasaklardan biri işte. Aslında yanıma almazdım hiç ama o gün almıştım birkere. Okula girerken kapadım ve üstüne not defterim, güneş gözlüğüm, suyum, okuduğum roman gelecek şekilde en dibe yerleştirdim.
Kapı girişinde kadınların üzerini kadın görevliler arıyor. Ve bazen soruyorlar “cep telefonunuz var mı” diye. İnşallah sormaz dedim. Ve sıra bana geldi.

“Cep telefonunuz var mı?”
“Var”
Kadın şaşkın gözlerle            
“Var mı?”
“Yok”
“Karar verin hanfendi hahahah”      
“Var yani cep telefonum var anlamında hahahah ama yok”
“Buyurun hanfendi hahaha”

Biraz mahçup, biraz neşeli, biraz suçlu ama masum girdim sınava.

Nihayetinde küçücük yalanımı kötü bir niyete alet etmemiştim. Kimsenin hakkını yememiş, kimseyi kandırmamıştım. Kimsenin kalbini kırmamış, kimsenin gözünde çirkinleşmemiştim.

“Rahat uyu annem”


10 Ocak 2016 Pazar

CEHNET

Cehnet uzak bir ülke. Vizesiz olanlardan. Bilet tek yön ve bedava. Giden direkt vatandaşlık alabiliyor. Her yaşta gidilebiliyor. Belki de giderken arkasından en fazla uğurlamanın yapıldığı tek yolculuk. İşsziliğin, hastalığın, suç oranının sıfır olduğu tek ülke. Gidenin hastalığı, yaraları hemen  iyileşiyor ve asla bir daha hastalanmıyor ve yaşlanmıyor. Din, dil, ırk ayırımı yok. Herkes aynı dili konuşuyor, herkes aynı dinden, havasından mı suyundan mı bilinmez herkes aynı renk, aynı kök oluveriyormuş. Tüm bunları nereden mi biliyorum.  Annemden.

Annem gideli 15 yıl oldu. Önce mecburi hizmetlerde çalıştı kısa süreyle. Beraberinde götürdüğü tamamlanmamış, yarım kalmış, hatalı bulunmuş tüm işlerini tamamlamak için. Annem için bu öyle de çok uzun sürmediğinden direkt melekliğe terfi etmiş. İlk zamanlar fazla haberleşmiyorduk. Öyle apar topar gitti diye biraz da kırgındım doğrusu. Hatta bu bende büyük bir travma yarattı diyebilirim. Giden herkese nereye giderse gitsin içimde fark etmediğim bir kızgınlık oluşmaya başladı o günden sonra.  Ama uzun süredir kabullendim durumu, bakıyorum buralar artık yaşanası yerler olmaktan çıktı, belki de zamanında gidip oraya yerleşmekle en iyisini etti. Bu günlerde de baş meleklikten emekli olmuş. Kutluyorlarmış. Hertarafın zambak ve sümbüllerle çevrili olduğu, bulutlardan aşağıya sallanan sarmaşıkların aralarında hanımellerinin dolandığı, kocaman mavi bir gölün kenarında,  beyaz ipek giysilerle hamakta sallanır görünen bir resmini gönderdi bana. Oradaki kokuyu artık siz düşünün sümbül, zambak, hanımeli bir de üstüne anne kokusu.  Gölün içinde ince boyunlu bembeyaz kuğular dans ediyorlar. Meğer Çaykovski bizzat kendisi yönetiyormuş o meşhur bestesini icra eden orkestrayı. Teknoloji oraya sirayet edemediğinden ne akıllı telefonları var, ne de instagramları var elbette. Resimler oraya göç etmiş ünlü ressamların ellerinden çıkıyormuş.

Bir başka resimde gölü çevreleyen diğer hamaklarda da tanıdık yüzler görüyorum. Abim Ahmet , kuzenim Demet, arkadaşlarım, Aslı, Sema, Suna, Hamide... Onlar erken yaş muafiyeti sebebiyle orada hiç bir mecburi hizmet sürecine tabi tutulmadan direkt meleklik mertebesine erişiyorlarmış. O yüzden de gittiklerinden beri Cehnetin tüm güzellikerini yaşıyorlarmış.

Teyzem, dayım, iki halam, sevgili amcam resimde gayet keyifli görünüyorlar. Sanırım onlar da fazla iş biriktirmediklerinden kısa sürede emekli olabildiler.

Babamı arıyor gözlerim. O da hemen hamakların arkasındaki toplu salıncaklarda. Biraz yorgun gibi. Anneme soruyorum. Hala çalışıyormuş, ama az kalmış onun da emekliliğine. Orada da erkekler biraz daha geç emekli oluyorlarmış. Kadınlara göre daha fazla tamamlanmamış ve hatalı iş biriktirdiklerinden, gittiklerinde hataları düzetlmeleri, eksikleri kapatmaları daha uzun sürüyormuş. Babam yuva bakıcılığı yapıyormuş küçük çocuklara. Oldukça da seviliyormuş. Eh ama çocuk bakmak zordur tabi, yorar insanı. Yine de dinlenmek için oldukça fazla zamanı oluyormuş. İş çıkışı sadece erkeklerin gidebildiği  meyhanelerde uzun uzun fasıllar yapıp, kadeh kadeh ab-ı hayat içiyorlarmış ölümsüzlüğün hak edildiği o tek üldede. En iyi arkadşlarından biri de adaşı şair Ömer’miş. Ellerinde kadehler, sabaha kadar muhabbet ederlermiş.

İçim rahat. Cehnet güzel bir ülke. Giden dönmüyor zaten. Zannedersem, güzel diğer bütün yeryüzü ülkelerinden.


7 Ocak 2016 Perşembe

KUŞLAR VE KEDİLER

Şu geçen gün facebook ve instagramda payaştığım üç güvercin. Üsküp'te Türk Çarşısının orada çekmiştim. Sizi bilmem ama, teknik olmasa da artistik açıdan ben o fotoyu çok beğenmiştim. Ne yazık ki beklediğim ilgiyi görmedi L Tabi bu like tuşuna basma psikolojisi apayrı bir konu. Ciddi inceleme gerektiriyor. Mesela paylaşılan saat önemli, altındaki hashtagler  önemli, düştüğün not, seninle aynı bakan göz, kişinin kendine baktığı yer vs. önemli.

Neyse benim güvercinlere dönersek. Ne yaptılar biliyor musunuz? Elbette rüyama girdiler. Hem de resmin altına yazdığım gibi kalabalıktılar. Ben bir kitap yazmışım efendim, kapağında da bu güvercinlerin resmi. Güvercinlerden bir kaçı girip başucumdaki bu kitaba konup resme bakıyorlar. Birbirlerine de gagalarıyla kuşları gösterip işaret ediyorlar. Uykumdan uyanıp “tabi rüyadaki uykumdan” kuşları görüyorum ve onlara sarılmak için ayağa kalkıyorum ama bir çoğu uçup kaçıyor, biri tam pencereden çıkacakken geri dönüp kanatlarını açarak sarılıyor bana. Diyor ki “dışarıda kedileri katlediyorlar”. Pencereden baktığımda söylediklerinin doğru olduğunu görüyorum. Ve kuşu alıp oradan kaçmaya başlıyorum. Kendimi bir deniz kenarında koskocaman ve kendinden şekilli tek parça bir kayanın üzerinde buluyorum. Kaya o kadar büyük ki orada dolanırken, bir oyuğa giriyorum, kat kat olan bu oyukta kaybolup sonra çıkışı bulmakta zorlanıyorum ama tam çıkarken büyük bir dans grubu kayanın etrafında dönerek dans ediyor. Meğer bu tarihi bir film için çekilen bir dans sahnesiymiş. Ben Akyarlar’da falanmışım tabi herhalde oraların yüzlerce yıl önceki hali olsa gerek.

Özetle kediler katlediliyor, güvercinler korkuyor, ben kaçıyordum. Kimdi bu katiller, bu kuşları yuvalarından edenler, kimlerden kaçıyordum ben, bu nasıl bir canlı türüydü ki, diğer tüm canlılara zarar veriyordu. Herşeyin düzelmesi için tarihi başa mı sarmak gerekiyordu..??? Ne diyordu bu rüya, bu rüya ne diyordu?


Kuşlar kadar özgür, kuşlar kadar kalabalık, kuşlar kadar yalnızız herbirimiz...


6 Ocak 2016 Çarşamba

YOLLAR BİZİM DÖN TEKER ÜSTÜ

Soğuk bir gün. Hatta buzzz. Maltepe’den eve dönmek üzere minibüs yolu üzerindeki mavi münibüslerden birine atlıyorum. Bir sürü boş koltuk. Seviniyorum. Öyle demeyin, toplu taşımalarda boş koltuk bulmak altın bulmak gibi birşey. Bakınız metrobüs pentatlonlarına. Halkımız tüm sporcu ruhuyla;  önce uzun atlama, sonra cirit yerine çanta sallama, engelli koşu ve gülle yerine popoyla hedefe ulaşma konusunda inanılmaz bir ilerleme kaydetmiş durumda. Öyle ki gidiş yönünde oturabilmek altın, olmadı herhangi başka bir yönde oturmak gümüş, elden ayaktan uzak sota bir yerde ayakta durabilmek bronz madalya ile eş değer. Bu kişilerin yüzüne bakarsanız azmetmenin ve zaferin yayılan ışığını görürsünüz inceden.

Önce parayı mı versem, yoksa önce otursam mı? Oturursam bir daha kalkmam gerek, e o zaman da yerimi kaptırabilirim gibi zor bir muhasebeden sonra parayı ödeyip yerime oturuyorum.
Güzel bir müzik çalıyor hayret. Sezen’den  “unuttun mu beni”...Şöför mahalline doğru bakıyorum camın üstündeki yazı “En büyük düşman cehalettir”..ne güzel diyorum doğru, sessizce şarkıya eşlik ediyorum camdan bakarken “ben hala dolaşıyorum aaa vaa re, haniii görsen eni konu di vaane, unutamadım seni.”

O sırada minibüs sert bir frenle duruyor, olacak o kadar bu da racondan olsun artık. Yetmişinin üzerinde bir bey bakıyor yer var mı diye, şöför sesleniyor “gel amca gel, yer çok”.

Beyaz sakallı, oldukça zayıf, kasketli hoş giyimli ve hala yakışıklılığı elden bırakmamış adam oturuyor benim çaprazımdaki ön koltuklardan birine. "Sahrayicedid ne kadar?" diyor. 1.75 tl yi şöföre gönderdikten sonra elindeki poşeti açıyor. Poşet bir tıp merkezine ait. Bir rapor almış olacak. Poşetten zarfı çıkarıyor, yüzü biraz tedirgin, zarftan da raporu çıkarıp incelemeye başlıyor. Yüzündeki tedirgin kaslar gülümseme ile beraber rahatlıyor.
Minibüste bu defa daha hareketli bir parça çalıyor. Hani şu zamane zıppır parçalardan:
“Kendimi attım kucağına aşkın,
bugünleri de gördüm ya şükür
Yollar bizim dön teker üstü
Şimdi nereye istersen sür"

Bir baktım bizim beyaz sakallı beyefendi sağ ayağı ile şarkıya tempo tutmuş, yüzünde bir neşe.

Bazen işte, böyle güzel şeyler de gelir üst üste ....